Türkiye’de demokrasi denince akla ilk gelen kavramlardan biri “güçler ayrılığı”dır. Yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsız hareket etmesi, sağlıklı bir hukuk devleti için vazgeçilmezdir. Ancak bu üçlü yapının dışında kalan, ama etkisi en az onlar kadar güçlü olan bir başka aktör daha var: medya.
Medya, kamunun haber alma hakkını gözetirken aynı zamanda toplumsal vicdanın da sesi olma misyonunu üstlenir. Ancak bu ses zaman zaman öylesine yüksek çıkabilir ki, yargının bağımsız işleyişini etkileyecek boyuta ulaşabilir. Türkiye’de uzun yıllardır, özellikle yüksek profilli davalarda medyanın yargı üzerinde baskı kurduğu ya da kamuoyunu belli bir doğrultuda yönlendirdiği yönünde eleştiriler gündemde.
Özellikle sosyal medya çağında, bir davanın mahkeme salonlarından önce ekranlarda ve yorum köşelerinde “hükme bağlanması” sık rastlanan bir durum haline geldi. Oysa adalet, ancak delillerle, tarafsızlıkla ve hukukun üstünlüğüyle tecelli eder. Medyanın mahkeme gibi davranması, kamuoyunun beklentisiyle yargı kararları arasında bir gerilim oluşturur.
Ancak bu noktada yalnızca medyayı eleştirmek yerine, yargının bu baskılardan bağımsız kalabilmesini sağlayacak kurumsal ve hukuki düzenlemelere de dikkat çekmek gerekir. Hâkim ve savcıların medyatik baskılardan etkilenmemesi için verilen eğitimler, yargı mensuplarının sosyal medyada tarafsız duruş sergilemesine yönelik etik kurallar ve özellikle hâkim teminatı gibi uygulamalar, bu bağımsızlığı koruma çabasının önemli göstergeleridir.
Yine de medya ve yargı arasındaki denge, bir kez kurulup sonsuza dek sürecek statik bir durum değildir. Her dönemde bu denge yeniden tartışılır, yeniden tanımlanır. Medya özgürlüğü ile yargı bağımsızlığı arasında kurulan denge köprüsü, hem kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi hem de adil yargılamanın sağlanması açısından büyük önem taşır.
Sonuç olarak, ne medya susmalı ne yargı geri çekilmeli. Her ikisi de kendi sınırlarını bilerek, demokratik hukuk devletinin temel ilkelerine saygılı biçimde varlığını sürdürmelidir. Çünkü bir ülkede adalet kadar, o adaletin nasıl anlatıldığı da toplumsal hafızaya yön verir. Medyanın gücü, yargının tarafsızlığıyla buluştuğunda gerçek anlamda güçlü bir toplum inşa edilebilir.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
Adliye Haber
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Av.Kevser Yıldırım
Medya ve Yargı Arasında İnce Bir Çizgi
Türkiye’de demokrasi denince akla ilk gelen kavramlardan biri “güçler ayrılığı”dır. Yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsız hareket etmesi, sağlıklı bir hukuk devleti için vazgeçilmezdir. Ancak bu üçlü yapının dışında kalan, ama etkisi en az onlar kadar güçlü olan bir başka aktör daha var: medya.
Medya, kamunun haber alma hakkını gözetirken aynı zamanda toplumsal vicdanın da sesi olma misyonunu üstlenir. Ancak bu ses zaman zaman öylesine yüksek çıkabilir ki, yargının bağımsız işleyişini etkileyecek boyuta ulaşabilir. Türkiye’de uzun yıllardır, özellikle yüksek profilli davalarda medyanın yargı üzerinde baskı kurduğu ya da kamuoyunu belli bir doğrultuda yönlendirdiği yönünde eleştiriler gündemde.
Özellikle sosyal medya çağında, bir davanın mahkeme salonlarından önce ekranlarda ve yorum köşelerinde “hükme bağlanması” sık rastlanan bir durum haline geldi. Oysa adalet, ancak delillerle, tarafsızlıkla ve hukukun üstünlüğüyle tecelli eder. Medyanın mahkeme gibi davranması, kamuoyunun beklentisiyle yargı kararları arasında bir gerilim oluşturur.
Ancak bu noktada yalnızca medyayı eleştirmek yerine, yargının bu baskılardan bağımsız kalabilmesini sağlayacak kurumsal ve hukuki düzenlemelere de dikkat çekmek gerekir. Hâkim ve savcıların medyatik baskılardan etkilenmemesi için verilen eğitimler, yargı mensuplarının sosyal medyada tarafsız duruş sergilemesine yönelik etik kurallar ve özellikle hâkim teminatı gibi uygulamalar, bu bağımsızlığı koruma çabasının önemli göstergeleridir.
Yine de medya ve yargı arasındaki denge, bir kez kurulup sonsuza dek sürecek statik bir durum değildir. Her dönemde bu denge yeniden tartışılır, yeniden tanımlanır. Medya özgürlüğü ile yargı bağımsızlığı arasında kurulan denge köprüsü, hem kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi hem de adil yargılamanın sağlanması açısından büyük önem taşır.
Sonuç olarak, ne medya susmalı ne yargı geri çekilmeli. Her ikisi de kendi sınırlarını bilerek, demokratik hukuk devletinin temel ilkelerine saygılı biçimde varlığını sürdürmelidir. Çünkü bir ülkede adalet kadar, o adaletin nasıl anlatıldığı da toplumsal hafızaya yön verir. Medyanın gücü, yargının tarafsızlığıyla buluştuğunda gerçek anlamda güçlü bir toplum inşa edilebilir.